Kardeşimin Hikayesi benim Zülfü Livaneli‘nin okuduğum 3. kitabı. İlk olarak Leyla’nın Evi sonrasında da Serenad‘ı okumuş ve Serenad’a bayılmıştım. Artık sevdiğim yazarlar arasına giren Livaneli’nin diğer kitaplarını da teker teker alıp okumak istiyorum. Şimdi gelelim son okuduğum ve şuan da tüm kitapçılarda en çok okunan kitaplar arasında en üst sıralarda olan “Kardeşimin Hikayesi” isimli kitabına.
Kitap Ben ve Mehmet diye ikiye ayrılmış sonunda mektup ve Karar kısmı var. Ben klasik sonlar yerine insanları şaşırtan ama kitabın gidişatında bunu pek çaktırmayan yazarları seviyorum, işte bu kitap tam da o tarz olmuş.
Kitap; Ahmet isimli, insanlara kesinlikle dokunmayan ve kendisine de dokunulmasından hoşlanmayan, İstanbul‘dan uzak bir yerde her odası kitaplıklarla dolu olan bir evde yaşayan ilginç bir karakterin, komşusu Arzu‘nun bir cinayete kurban gitmesinin ardından Ahmet’in bir gün kapısını çalan genç ve güzel bir gazetecinin olayı araştırmak amacıyla Ahmet ile yaptığı oldukça ilginç sohbetlerle başlıyor. Ahmet sürekli gazeteci kıza hikayeler anlatıyor gazeteci kız ise sonunda olayla ilgili bir şeyler çözebilmek amacıyla Ahmet’i çok sıkıcı bulsa da onu dinlemek zorunda kalıyor.
Kitabın ikinci kısmında ise Ahmet’in ikiz kardeşi Mehmet‘i ve Mehmet’in başına gelen trajik olayları Ahmet’in ağzından dinliyoruz.
Son kısım ise Ahmet’in aslında cinayeti çözmesi bununla ilgili bir mektubu savcıya bırakması ve mahkemenin verdiği karar üzerine geçse de asıl bomba tüm kitap boyunca sandığımız hiç bir şeyin aslında öyle olmadığını bize gösteriyor. Bundan daha fazla ip ucu vermek kitabı okuyacaklara haksızlık olacağından yorumlarımı sonlandırıyorum.
Bu kitap diğer iki kitaba göre daha farklı bir kurgu ile yazılmış, gerçi Livaneli’ye göre hepsi farklı bir kurgu ile yazılmış. Okuduğumda kitabın sonunun farklı biteceğini hissetmiştim nitekim de Livaneli beni şaşırtmadı ve kitabı çok ilginç bir şekilde sonlandırdı. Kitaptan sevdiğim yerlerin yine altını çizdim o kısımları paylaşarak ve okunmaya değer bir kitap olduğunu belirterek anlatmak en iyisi sanırım. Şimdi sevdiğim kısımlardan alıntılarla sizi kitapla baş başa bırakıyorum.
“Bak dedim ve ona şu hikayeyi anlattım: ‘Bir inek düşün; ne dünün anlamı var onun için ne de yarının. Sabahtan akşama kadar yiyor içiyor, sindiriyor, dinleniyor, ertesi gün yine aynı şeyi yapıyor. O ana bağlı olarak yaşıyor. Ne hüzün var, ne merak, ne kaygı, ne de can sıkıntısı. Sorsan ineğe, desen ki, Niye bana mutluluğundan söz etmiyorsun da öylece bakıp duruyorsun? sana der ki: Ne söyleyeceğimi hep unutuyorum. Sonra bu cevabı da unutur ve sessizliğe gömülür. “
“Her insan bedeninin çürüyeceğini düşünür ve bundan korkar dedim. Ama çoğu insan ruhu gövdesinden önce çürür; nedense bundan kimse korkmaz!”
“Zenginlik insana ait bir özellik değil diyorum. Para insanın doğal bir parçası değil; Kaybolabilir, çalınabilir, soyut bir kavram birtakım sıfırlar… Zaten hayatta anlamlı olan değerler parayla sahip olunamayanlar. Kitap, çalışacak insan, eşya alabilirsin; ama bunlar bilginin, dostluğun, paylaşma duygusunun yerini tutamaz. Oysa, zengin aptallar paranın çok önemli olduğunu sanıyorlar, bu yüzden de servetlerinin kendilerine ruhsal bir ayrıcalık, özel bir mutluluk getirmesini bekliyorlar. Bu mümkün olmayınca, içleri de boş olduğu için can sıkıntısı başlıyor. Konuşacak bir şeyleri olmadığı için tavla, kağıt oyunu falan oynayarak tahammül edebiliyorlar bu hayata ve de birbirlerine. Veya işkolik oluyorlar, sanki kıtlık koşullarından kurtulmaları gerekiyormuş gibi işlere dalıyorlar. Onların yerinde olsam intihar ederdim.”