Gezente.com

Kitaplığımda Hakan Günday’dan “DAHA” var…

← → Önceki ve sonraki yazılar için okları kullanın

Yeraltı Edebiyatı‘nın ülkemizdeki en başarılı temsilcisi olan ve yazdıklarını her daim okumaktan büyük keyif aldığım Hakan Günday‘ın 8. romanı. Ve yine hayranlarını oldukça tatmin eden; Kinyas ve Kayra ve Piç‘ten sonra ilk üç içerisine girebilecek bir eser. Günday bu sefer bizi Gaza isimli zeki, insan kaçakçısı bir babanın oğlu ile sürüklüyor. Küçük demokrasi oyunu, diktatör yaratımı ve toplumların linç üzerine kurulu yaşamlarının sosyolojik ve psikolojik olarak bireyler üzerindeki dayanılmaz hafifliği hakkında okuyucuyu uzun bir yolculuğa çıkartıyor. Kitap içerisinde bulunan “Gücün Gücü” isimli makaledeki maddeler an itibariyle ülkemizi yönetenleri oldukça güzel bir şekilde özetlemektedir.

Okurken altının çizilmeye değer gördüğüm bölümler;

“Sonuçta hepimiz, hayattan kalanların çocukları değil miydik? Savaşlar, depremler, kuraklıklar, katliamlar, salgınlar, işgaller, kavgalar ve felaketlerden sağ çıkanların çocukları… Dolandırıcıların, hırsızların, katillerin, yalancıların, muhbirlerin hainlerin, batan bir gemiden ilk kaçanların ve de başkalarının ellerindeki can simitlerini söküp alanların çocukları… Sağ kalmayı bilmiş olanların… Sağ kalmak için her şeyi, ama her şeyi göze almış olanların… Bugün hayattaysak eğer, soy ağacımızdan birileri ‘Ya o ya ben!’ dediği için değil miydi? belkide kötülüğün ağır basması bile değildi bu. Doğal olandı… Sadece bize çirkin geliyordu, o kadar… Ama doğada çirkinlik diye bir şey yoktu… Güzellik de… Gökkuşağı sadece gök kuşağıydı ve hiçbir doğa bilimleri kitabında altından geçilebileceğine ilişkin bir bilgi yoktu.”

“Aşk avlanmakla ilgiliydi. Yoksa hangi kadın bir hayvan gibi görünmek isterdi?”

“Galiba sadece korkaklar canavar oluyordu!.”

“Kısır döngü asla yok olmaz. Sadece genişler sonrada kendini unutturur. Niye? Çünkü döngü dediğin, bildiğin daire. Üstünde tam tur atmak o kadar uzun sürer ki, aynı noktadan ikinci kez geçtiğinde anlayamazsın bile. Hatta bazen kısır döngü öyle bir genişler ki başladığın yere dönmeye ömrün yetmez. İnsan kör bir at gibi koşturur üstünde. Düz gittiğini zanneder. İlerlediğini. Hatta ilerlerken öldüğünü düşünüp son nefesini bile huzurla verir! Ama kör olmak şart, tabii! Yoksa anlarsın aynı yerde dönüp dolaştığını. Onun için yaşlıların gözleri bozulur, anlıyor musun? Aynı yerden tekrar geçtiklerini anlamasınlar diye. Kısır döngüye karşı doğal bir savunmadır aslında, körleşme. Mekanik bir tepkidir yani! Hayatın kendisi gibi… Hatta bu yüzden hayat da bu kadar sıkıcı!”

“Nereye gideceğini bilen için geç kalmak yoktu. Zaten söz konusu olan, geç kalınabilen ya da erken gidilebilen bir yerse, yola çıkmaya bile değmezdi.”

“Sadece ölmekten korkanlar randevu alır. Sadece onlar, randevuyla gidilen amaçlara sahiptir. 4 yıl sonra mutlaka mezun olur, 6 yıl sonra bir işe girmezse delirir, 10 yıl sonra bir yolunu bulup ev alır, 50 yıl sonra da en fazla on farklı ölümden biriyle hayatı terk ederler.”

“Kırışık sahibi olmanın hiçbir anlamı yoktu. Yaşlanmak, yaşama hastalığının son evresi gibi bir şeydi. Çoğunlukla akıl sağlığının yitirildiği ve yerini hayatta aradığını asla bulamayacağından emin olmanın getirdiği huysuzluğun aldığı bir evre. Yaşlılar, kazıklandıklarının tam olarak bilincine varmış ve artık her şey için çok geç olduğunu fark etmiş olan insanlardı. Onların yöneteceği bir toplum, ancak onlarla birlikte, sürekli şikayet ederek ve acılar içinde ölürdü.”

“Kahramanlara, görevlerini, halk değil, kendileri verirdi. Dolayısıyla kahramanların halktan hesap sorma hakkı yoktu. Kahramanlar, cesur ve aptal insanlardı. Halksa korkak ve kurnazdı. Anlaşmaları mümkün değildi.”

“(…) Dışarıdaki hayatta da benzer bir teknikle milyarlarca insan yönetiliyordu. Onlara da sorular soruluyordu. Seçimler yapmaları isteniyor ve doldurmaları için anketler ya da formlar uzatılıyordu. ‘Şu an nerede olmak isterdin?’ deniyordu. Ya da ‘Geçmiş hayatında kimdin?’ Ya da ‘Şehrin en güzel kadını kim?’ Ya da ‘Diyet mi normal mi?’ ya da ‘Etiniz nasıl pişsin?’ diye soruluyordu. Ancak tabii o milyarlarca insan da, depodakiler gibi farkına varamıyordu. Oysa ‘Nasıl pişsin?’ diye sorulan o et, kendileriydi! ‘Sizi nasıl pişirelim?’ diye soruluyordu o insanlara. Ama bu gerçeği göremedikleri için de, seçme yetkisini elde etmiş olmanın gururuyla arkalarına yaslanıp, ‘İyi pişsin!’ diyorlardı. Tabii bazıları da ‘Kanlı olsun!’ diyordu. Ve dedikleri gibi de oluyordu. Kanlı…”

“İtaat, iradesinden vazgeçen için, dünyanın bütün hatalarını yapabilme özgürlüğüydü! İtaat, kişinin, kendi başına işlemeye asla cesaret edemeyeceği suçları gerçekleştirebilmesinin müthiş bir yoluydu! İtaat, her gün farklı biri olarak uyanılan bir rüyaydı! (…) Sıradan bir insanı alıp ona atom bombası attırabilir, sonra da bütün dünyayı o insanın masum olduğuna inandırabilirdi. İtaat, suçluluk duygusu ve vicdan azabının panzehiriydi!”

“(…) Memuriyet bir hayatta kalma sanatıydı. Memurlar, daima hayatta kalacak ve kıyametin resmiyet kazanmasını sağlayacak olanlardı. Yalnız tek sorunları, bütün tırnakları ve bordrolarıyla tutundukları o hayatla ne yapacakları hakkında hiçbir fikirlerinin olmamasıydı. Çünkü henüz konuyla ilgili bir yönetmelik yayımlanmamıştır…”

← → Önceki ve sonraki yazılar için okları kullanın

Yazıyı paylaşın

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir